20 Temmuz 2010 Salı

'Siyah giy ve gel bana' demiş adam,
'çünkü kırmızı sensin...

gün gelmiş kırmızı olan tüm yanlarını bulamak istemiş kadın, adamın hatasına karşılık olarak...
kesmiş saçlarını ve tüm kırmızı yanlarını.

Ayrılmışlar...

Kadın adama hala aşıkmış, adam kadına...
Kırmızılı kız, kızgın kıza dönüşmüş, bu masalın sonunda...

Kadın dedi ki...
"Sev beni…
Gözümünün kenarında ki çizgilerce!"

Adam dedi ki...
"İnsanın gözündeki çizgiler onun yaşadıklarıdır."

Kadın dedi ki...
"Benim genelde mimiklerimden dolayı oluşmuşlar."

Adam dedi ki...
"Hayat o zaman pandomimdir size..."

Kadın dedi ki...
"Güzel tanım."

Adam dedi ki...
"Ve ayna dile geldi sırmalarından kurtularak bu ben miyim dedi?
Sen kendini hiç bir zaman görmemiştin ki dedi ayna.
Ve ayna kendini görünce artık ayna değildi.
İnsan kendisini görünce aynı insan olmayacağından korkmayan bedbaht."

Kadın dedi ki...
"Geçenlerde yazdım bir söz.
"aynalara bakıp da kendini görebilenlere and olsun ki" diye devam ediyordu.
Senin aynanda hangi görüntü var adam?"


Adam dedi ki...
"Ben elmayım... Yasak olanın imgesi.
Kargayım Kabil'e insanı nasıl gömeceğini gösteren. Kabilin utancıyım kendisine.
Ben benim..."


Kadın dedi ki...
"Güzel... Ben hep kadın olarak görmüşüm kendimi ne garip. sıfatlardan kaçınırken, kenime sıfatlar takmışım."

19 Temmuz 2010 Pazartesi


Ve saat 7 olunca, aklımdaki tekerleğin bir tanesi taşa takılmış!

Aşmayı diliyor, tepeye çıkıpda geri gitmeden önce...




Her defasında buraya dönüyorum.
Her sonda ve her başlangıçta.
Bir çeşit sevinç / kusma / kendini bulma mekanı gibi...
Aşkın her halinin not alındığı kağıtları, panoya asmak gibi...

Neden bilmiyorum hayatıma giren tüm erkekler genel kültürü zengin ve zeka yönünden inanılmaz akıllı  ve hazırcevap insanlardı. Ama zekayla dolu olan bir bedende vicdan, sadakat, insaniyet ve aidiyet duyguları azalmıştı. Allah bir yerden verip, bir yerden alıyordu.

Onlar ise bendeki insanca duygu ve davranışlara bakıp nasıl böyle kalabildiğimi şaşkınlıkla izliyorlardı. Zıt kutupların birbirini çekmesi mi bilmiyorum. Tek bildiğim haksızlık listesi yapsam, baya bir dolu olacakmış...





İsterdim ki;

Bana seni yazdıran yarım kalmışlığın olmasaydı...




Ve ben şu an dahi onu düşleyerek,
kendime ihanet ediyorum.

Keşke diyorum,
 keşke çektiğim acılarada böyle baştan bir muafiyet şansım olsa...

Başkasının hataları için üzülen bir yapım olduğuna lanet ediyorum..



Bir "Ay tutulması" masalıydı.

Uyuyunca yanımda bulunmayan,  bir adam tarafından anlatıldı...



Yolları karşıma çıkmayacak kadar uzaktı benden...
Tam ona ulaşacakken kırmızıya yakalanıyordum.

Sen önümden geçip gidiyordun...


18 Temmuz 2010 Pazar


Aşk;
bebek sahibi olmak gibiydi.
Onca acıyı çeken sen değilmişcesine tekrar varolmasını diliyordun...

Sonra gelip birileri güvendiğin ve emanet ettiğin değerini, sonuçlarını hesaplamadan harcıyordu.
Nasıl olabilir diyordun?
Nasıl yapar?
Umursamazlıktan nasibini sende alıyordun.
Sen bakakalıyordun...

~~~~~~~

 Bile bile yaşama riskim ol istemiştim.
Çok da fazla değildi.
Artık acıyamıyorum hacivatın yalnızlığına...
Zekasını hayırlı işler için kullanmayana...
Heyhat!
Gitti giden...


Hayat attığın adımlarla orantılı olmuyordu.

Ne kadar yalınsan, o kadar büyük içine oturuşların oluyordu...


24 Haziran 2010 Perşembe

Masal / Tuğlalar


Hani gözümüzün önünde olanı göremeyiz ya bazen. Gördüğümüz an ise gerçek suratımızda patlar... Onun gerçekleri de öyle idi. Bir gün etrafına alıcı gözlerle bakmaya başladığında: "Buraya kadarmış" dedi. Elleri ile ördükleri duvarları yıkmaya başlamıştı nicedir. "Hiçbir şeye değil de bu duvarlara acıyorum belki de" diye düşündü kadın ve yazmaya devam etti.

Çevremizden etkilenmemek adına ikimizi kapsayan duvarlar örerken, bilmeden kendi eksenimizi de örmüşüz. Ne acı... Her bir tuğlayı geriye çektiğimizde, hatalarımızla yüzleşir buldum kendimi. Unuttuğum incinmişliklerimi ve söyleyemediklerimi; hırçınlaşıp sözcüklerin zehirli dilini kullanıp kırdığım, bazen bunalttığım seni anımsadım. Sadece hayatımızda bir şeyler olacaksa hep mükemmel olmalı, rayında gitmeli diye düşünmüştüm. Yanlış konulan bir tuğlayı seni uygun şekilde uyarmama rağmen düzeltmiyordun. Ve ben sonra unuttuğum hatayı fark ediyor ve o tuğla için tüm yapılı bir duvarı yıkma çabasına girişiyordum. O yamuk tuğlanın orada durması, senin çabasızlığını yüzüme vuruyor gibiydi.

"Neden" diyordum, "bu kurulu düzen içindeki eksikleri veya yamuklukları fark edemiyor." Görsen de hiç denemedin, bosverdin, öyle de yaşanır sandın, kendin uzaktaydın çünkü ara sıra fark ettiklerin gözüne bakmayacak kadar değersiz geldi belki de. Bende bunu hiç affedemedim.

Biliyorum; sen bu satırları okurken daha cevaplandırıyorsun, tüm sözcüklerimde ki gizli sorularımı. Ama bu kez yetmedi işte kelimelerin. Ortada cevaplandırdığın ama asla beni tatmin etmeyen, benden çok kendini inandırmak için kullanılmış kelimelerin ile kalakal istedim. Defalarca şans verdiğimizi bile hissettirmeden, adım adım uzaklaşmamızı izledik birlikte. Etrafıma duvarları ellerinle ördürdün farkında değildin... Değildim... Ama biliyormusun? Ben hep denedim, belki de bu nedenle kendimi suçladığım anlardan sıyrılıp, kendimi affetmem daha kolay oldu senden.

Benimkilerden önce örülmüştü senin duvarların. Bunun için bana hep kendimi suçlu hissettirme yoluna gittin, kendi yapamadıklarını benden bekledin. Ben yapmadıklarını yapınca da, sana ihtiyacım olmadığını anlamamı sağladın. Sonra ne oldu biliyormusun, benim yüzümden birbirimizden uzaklaştığımızı düşündüm. Konuşamamanın, ortak paylaşım alanlarının darlığının bizi çözümsüz ve sığ bir alana sıkıştırdığını sandım. Denediğim tüm girişimleri sonuçsuz bırakan hayat şartları sandım, seni hiç suçlamadım, suçu hep kendimde aradım.
Biz hiç kavga etmedik seninle? Defalarca birbirimizi incitmekten kaçınıp son anda tuttuk öfkelerimizin dizginlerini, sonra eski yalnızlıklarımıza geri döndük. Çözmek yerine susmayı tercih ettik. Neden? Neden bir kez olsun bana haksız taraflarımı bağıra çağıra söylemedin? Neden öfkeli görmedim hiç seni?
Hep merak ettim biliyormusun? Bir ayrılıp bir barışan, sürekli birbirlerini hep seven hem yeren insanların davranış biçimlerini... Biz hiç böyle değildik. Biz birbirimize hep güvendik. Birbirimizi kırmaktan korktuk. Değer mi dedik üzmeye? Tamiri zor sözcükleri söylemekten çekindik... Değiyormuş, insanları hataları ile yüzleştirmek gerekiyormuş...

Senden sonra ne oldu biliyormusun? Hayır, hiç bilmedin? Hiç fark ettirmedim sana? Sadece bir kez verdiğim tepkiyi gördün, incinmişliğimi gördün... Yanımda koltukta oturuyor ve duymayı hayal bile edemeyeceğim şeylerle yüzleştiriyordun kem kendini, hem aileni, hem beni. Kafamı çevirip sana baktım inanamamazlıkla... Bakışıma "üzgünüm" diyen ifade ile karşılık verdin. Ama bu bakışta "imkanım olsa, yine giderdim" ifadesini yakalayınca çevirdim başımı... Kucağımda duran ellerime, oradan ayaklarıma, oradan halının çizgilerine baktım... O anı hiç unutmadım.

Yıkıldım sanmıştım, bir daha toparlanamam... Ne halt edeceğimi bilmeyerek geçti ilk aylarım. Ben özene bezene yaptığım tuğla duvarlarımızı işte o gün yıkmaya başladım. Kendi ellerimle yaptım bu evi, yine kendi ellerimle yıkarım hesabı, tek tek yüzleştim her biri ile. "Çevremizden etkilenmemek adına ikimizi kapsayan duvarlar örerken, bilmeden kendi eksenimizi de örmüşüz. Ne acı..." Zamansız daha kurumadan konulan tuğlalardı bizimkiler. Fazla hava alınca evimizi ısıtmaya yetmedi hiç bir sıcaklık. Çatladı birer birer... Yanlış konulan içi doldurulamayan tuğlalardı bizimkiler. Eksik kaldık...

"Şimdi hiçbir şeye değil de verilen emek emek üretilen tuğlalarıma acıyorum bazı bazı" dedi ve sustu kadın...


* Bu yazıyı 1 yıl kadar önce çocuğumun babasına yazmıştım... Arşivde görünce buraya da koymak istedim. 

18 Haziran 2010 Cuma

Arkadaşlar yeni bir alan adı aldığımdan dolayı her iki blogumu Efsa da birleştirdim. Bundan sonraki yazıların hepsine www.akrepkizi.com adresinden ulaşabilirsiniz.

:)

17 Haziran 2010 Perşembe


Ah adam,
Ayağım bir taşa değil sana takıldı.
Yolum yolunda sonlandı...
Güle oynaya yürümekten zevk aldığım sokakların çıkmaz oldu.
Sürekli daireler çizerken bedeninde, nevrim döndü.
Yolunu şaşırdığında ardından tökezledim.

Sonra gün geldi;
Her yeni ilişkinin öncesinde nefes verdiğin durağın olmayı öğrendim.
Her biten ilişkinin sonrasında özlediğini hissettiğin...

Bir daha gelmeyeceğini biliyorum. En çok bu yüzden sana "gel" diyemiyorum.
Lütfen gelme, artık "kal".
Hayatımda yarattığın boşluğunu doldurmakta bir adım öteye gitsem de, hala bunu sonuçlarına katlanmakta zorlanıyorum. 




Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır.
Doğmanın zamanı var, ölmenin zamanı var.
Dikmenin zamanı var, sökmenin zamanı var.
Öldürmenin zamanı var, şifa vermenin zamanı var.
Yıkmanın zamanı var, yapmanın zamanı var.
Ağlamanın zamanı var, gülmenin zamanı var.
Yas tutmanın zamanı var, oynamanın zamanı var.
Taş atmanın zamanı var, taş toplamanın zamanı var.
Kucaklaşmanın zamanı var, kucaklaşmamanın zamanı var.
Aramanın zamanı var, vazgeçmenin zamanı var.
Saklamanın zamanı var, atmanın zamanı var.
Yırtmanın zamanı var, dikmenin zamanı var.
Susmanın zamanı var, konuşmanın zamanı var.
Sevmenin zamanı var, nefret etmenin zamanı var.
Savaşın zamanı var, barışın zamanı var.


* "Zaman... Kalışım sadece birilerinin ekmeğine yağ sürmemek için, yoksa kuşkularla bu kadar doluyken içimden buralarda olmak bile geçmiyor." demişim bu notun ardından, paylaşmak istedim.




* Kaynak

Gözlerimi kapatıyorum...
Beni uyudu sanıyorlar...
Yüzümün sadece yarısı görünüyor saklandığım yorganın altından...
Sesimi çıkartmıyorum...
Susuyorum...
Suskunluklarımla örtüyorum içimdeki kasırgayı...

Yoruldum herşeyin skalasının tutulmasından.
Azından,
Çoğundan,
Ortasından...

Gözlerimi açmasam...
Yorganın altından hafif bir müzik duyulsa...
Ve ben bütün günleri kırmızıya boyasam mesela,
Ama bir tanesi siyah kalsa....

Ona bakarken de yorulmasam...
Tenine dokunurken bir beyaz gibi yabancı kalmasam...
Bende siyah olsam...
Bir şarkı olsam...
Dudaklarında olsam...
Uyusam sonra...
Uyandırırmısın?


Elimde bir tasta su taşıyor gibi. Hiçbir baskı ve dökme korkusu hissetmeden, ilerlemek bir yol boyu. Nereye gittiğim, şu an hangi noktada bulunduğumun hiçbir önemi yok. Sadece yoldayım ve ilerlemekten hoşnut durumdayım. Kollarımda ağırlığını hissetmediğim suyun büyüklüğünü bilecek seviyedeyim.

Sürekli değişen haller yaşıyorum birkaç zamandır. Kendi med cezirlerimde bir dalgayım. Ne eksiliyor, ne çoğalıyor, ne de taşıyorum. Olması gerektiği gibiyim.

Bazen dilim bir ağaç kovuğuna sıkışıyor sanki. Konuşmak istediklerimi bir oturup, iki düşünüyorum. içimde ki adalet duygusu o kadar çok ki, empati yapmak istemediğim anlarda dahi, bunu bir yana bırakamıyorum. İstediğim çok fazla bir şey değil ki. Biraz daha bencil olmayı diliyorum. Bazen çok yoruluyorum. Kendi adıma, ailem adına, başkaları adına düşünmekten, geleceği öngörmekten, yapabileceklerimden...



Camdan dışarıya baktığında sevdiğin insanın gelişini görüp sevinmek gibiydi;

Seni Sevmek...!

16 Haziran 2010 Çarşamba


Seni tanıdım.
Yüzüne taşındım.

Sakallarını bile yuvam bildim.

Ama yetmedi!

15 Haziran 2010 Salı

"kokunu almayı unutma giderken,

sinmesin yokluğuna..."