18 Eylül 2010 Cumartesi


Seninle ilgili en çok istediğim neydi biliyor musun?
İstedim ki; oturuşundan belli olmasın gideceğin...!
Her seferinde bir acabamda saklı kaldın. 
İnanmaya hep hazırdım.
Şimdi köprünün altından çok sular akmış gibi..
Oysa seni düşünmek, seni sevmek bile ne güzeldi, ah sevgili...


17 Eylül 2010 Cuma

Söz söyleme sanatından çok, sözünün eri olma durumu kabul görsede; 
yaşamıma giren erkeklerin yarısında bu durumun yok olduğunu görüyorum,
kafamı çevirdiğim anda!



Bugün bir cümle okudum. "oturmuş dönüşünü izliyorum dünyanın" diye...
Bana göre ise; dünya oturtmuş, bana dönüşünü izlettiriyor gibi...


Önce kelimelerini duymaz olursun,
Sonra seslenişini...

Bazen acıyı bellemek gerekir zihninde,
Kazımak onları
 Her birini teker teker...




16 Eylül 2010 Perşembe


Ben çok şey istememiştim...
Kesinlikle çok değildi.
Hayatımda bir "ara" değil, "ana" olmasını istemiştim...

İnsanlar sonuçlarını hesaplamadan ileriye bir adım atmamalı değil mi!
Mesela telefon isteyecekse, o telefon numarasını silmemeli!
Yazmayacağım deyip yazmamalı.
İnsan bazen bir beklentisi olduğu için değil elbette, ama bazı şeylerin ucunu açık ve zamana karşı esnek bırakmalı.
Yoksa böyle kendince! bir kızgınlık uğruna dahi olsa yapmam dediklerini yapar halde buluverir kendisini.
Bunu okuyan ise ne düşünür söylemesem daha iyi.




Mektuplar / İletişim



Sevgilim,
Sana yazacağım tüm yazıların etiketine aşkı sakladım. Şu an hayatımda hiç ummayacağım bir biçimde aşkın her halini yaşıyorum ve bu aşkın doğru olduğunu hissediyorum. Her duygu zamanında ve özüne uygun hissediliyor gibi.

Sevgilim,
Biliyorum sevgiyi ifade edişlerimiz bazen birbirinden farklı olabiliyor. Ve ben her yeni günde seninle yeni bir şeyler öğreniyorum. Misal sevgiyi dile getirmekte bazen ne kadar yetersiz kaldığımı... Ama telefonun diğer ucunda söylediklerini bir sessiz direnişle ve kabullenmişlik edası ile dinlerken; inan içimden o anlarda çok farklı sesler yükseliyor. Ama bir türlü bulundukları yerden bir türlü çıkamıyorlar. Sese dönüşemeyen bir çok kelime biriktiriyorum beynimde...

Sevgilim,
Senelerce sevgiyi anlamada ve ifade etmede dokunmayı kullanmış bir insanım ben. Ve şimdi karşımızda teknolojinin bize sunduğu ve nimet mi, lanet mi olduğunu tam anlamadığım bir iletişim yöntemi ile birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz. Az önce içimden yükselen sesler farklı dedim ya! İşte bu sesler devreye girip "keşke" diyor, "görse şu an ki sözcüklerle ifade edilemeyen mimik ve hallerini." (Sana bakışlarımı gösterememek en büyük pişmanlığım oldu son zamanlarda.)

Aslında, seni uyurken izlemeyi çok özledim. Yanında huzurla durmayı, aynı masada bardağına çay koymayı, bana çatmanı, arabada giderken bir rüzgar esintisi ile kokunun burnuma dolmasını ve yüzümde gülücükler oluşturmasını öyle özledim ki...

Lütfen bize bu kadar yakışan bir şeyin hayatımızda hep var olmasını sağlayalım olur mu?


* Eskiden yazdığım bir mektuptu. Bundan 2-3 ay öncesine bile "eski" dedirten neydi bilmiyorum. Bildiğim tek şey, tüm iyi niyetli yaklaşımlara rağmen yine de içimde uyuyan bir öfkenin varlığı... İçimi kemirmiyor, beni düşüncelere boğmuyor, sadece katlanarak büyürken beni de farklı bir insana dönüştürmeye çalışıyor. Umursamaz, bencil, eksiksiz bir tabir kullanılacak ise "onlar gibi"! Hepsinin gözü aydın olsun diyebilecekken; bugün bir kez daha anladımki, iyi ki o ve onlar gibi değilim. 

Bunu böbürlenme veya kendimi onlardan üstün tutma gayreti ile söylemiyorum. Ama hayatıma aldığım insanlara hep dikkat etmeye çalıştım. Doğru, dürüst ve eksiksiz davranmaya da keza... İnsan arada yanlış yaptığını da kabullenmeli değil mi? İnsan her an başkalarının yaptıkları- yapamadıkları- yapmadıkları şeylere onlar ve kendi adına üzülmeyi bırakmalı. Varlıkları ile yoklukları arasında bir bağ kuramadığım, hepsinin de ortak yönleri olan zekalı insanlar ile çevrelediğim etrafımı temizleme zamanım gelmiş. 
Benim için bir çok anlam barındıran; özlediğim, seviştiğim, hayatımın merkezine oturtmaktan çekinmediğim, mutlu anlara tanıklık etmek için elimden geleni ardına koymadığım ve bunlar için asla pişmanlık duymadığım, ama ne hikmetse hep bir değer bilmez - alçakla davranışları ile karşılaştığım; ve benim için artık ne olduklarını bilemediğim bu insanları affetmesemde bir şekilde içimden azad edeli birkaç zaman geçmiş. 

Bugün yukarıdaki mektubu yazdığım kişi ile mesajlaştım. Sen imalı taşlamalar attın derken, o an içimden kendi yaptığı davranışları 'e be adam sende bunu bunu yapmadınmı' şeklinde saymak geldi. Ama sonradan yazılacak her kelimenin bile gereksiz olacağını düşündüm. Bunun 'senin ailen/benim ailem bunu dedi' den bir farkı olmayacak gibi geldi. Üste çıkmak, haklı olsam bile gereksiz bir laf dalaşına girmek istemedim. Birde onu ima eden bir feed girdiğim için, hoşnutsuzluğunu dile getiriş biçimi garip geldi. Artık nasıl gördü ise üzerine koskoca 2 gün ve bir sürü yazı girilmesine rağmen, yeni yazdığı tehdit kokan o mesajın yerine, bir geçmiş olsunu çok görebilecek seviyede olduğunu gösterdi. Allah herkesin karşısına iyi insanları çıkartsın inşallah. Hayırlısı...

Güzel bir Nazım Hikmet şiiri ile bitirelim bu geçmiş zamanın hikayesini. 

SEN
En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var :
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
en güzel günlerimin bu üç mel'un adamını
yer yer tırnaklarımla kazıdım
hatıralarımın camını
 
En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var :
Biri sensin
biri o,
biri ötekisi
Düşmanımdır ikisi
 
Sana gelince
Yazıyorsun
Okuyorum
Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa
insanın
bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum
Ne yazık!
Ne kadar
beraber geçmiş günlerimiz var;
senin
ve benim
en güzel günlerimiz
Kalbimin kanıyla götüreceğim
ebediyete
ben o günleri
 
Sana gelince, sen o günleri -
kendi oğluyla yatan,
kızlarının körpe etini satan
bir ana gibi satıyorsun!
Satıyorsun :
günde on kâat,
bir çift rugan pabuç,
sıcak bir döşek
ve üç yüz papellik rahat için
 
En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var :
Biri sensin,
biri o,
biri ötekisi
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi
Sana gelince
Ne ben Sezarım,
ne de sen Brütüssün
Ne ben sana kızarım
ne de zatın zahmet edip bana küssün
Artık seninle biz,
düşman bile değiliz

15 Eylül 2010 Çarşamba


Anne, babamın yatağı rahatlığındandın. 
Sırtımı sana yaslayıp, huzur bulmaya bayılırdım...
Saçlarımı hep uzattım.
Olmayan kanatlarımın olmayan tüyleri yerine...


14 Eylül 2010 Salı


"İnsan, iki yerde birden olabilir" demiştin bana. Yalanlarının kılıfını kendine saklamanı dilerdim oysa" diye yazmıştı çok sevdiğim bir kadın, sevdiği adama...

Ben ise çok sevdiğim bir adama şunları yazmıştım zamanında...

"Evet insan iki yerde birden olabilirdi.
Ve sen iki yerde idin.
Bir tanesi yalanlar söylenen taraftı.
Bir diğeri yalanlar bile söylenmeyen.

Oysa; sen kırmaktan korkup yalanlarını ona söylerken, gerçekleri duyacak tarafın ben olmamasını isterdim...
Düşünebiliyor musun, bir yalanı bile duymayı isteyecek kadar kopamadım ben senden...

Senin için; yalan söylenen taraf değil de, gerçekleri kaldırabilecek bir kadın olarak görünüyordum gözüne... Canımı nasıl yaktığını nasıl anlatabilirdim ki."









Okunası:
"“Kabullenme ve güvenme” üzerinde durmuşum (hep çıkıyordu bunlar, birer sorun olarak, ortaya, değil mi?) sana güvensizlik duymamın, sana güvenmememin, kendime güvensizliğimin sonucu olabileceğini de düşünmüşüm: İlişkimizin sağlamlığına tam (gene!…) inansaydım, sana da tam güvenirdim, ‘aldatılmak’ da aklımın ucundan geçmezdi; kendime de, senin ile olan ilişkim içinde, güvensizlik duymazdım. Ama, işte, senin ilişkimizi, bizi, tam olarak, olduğu gibi ve olması gerektiği gibi, kabullenmekte eksik kaldığın sonucuna vardığım durumlarda; o "kuşku kurdu" başuzatınca, bilgi eksikliğim, kıskançlık olup çıkıyordu.
İlişki, sallantılı hâle geliyordu."

Oruç Auroba


Ben kördüm sen de ebe...
Bizim hikayemiz gidemedi bundan ileriye...

Birbirimizle oynarken, yanlış zamanlarda saklanıyor, sanki paralel hayatlar yaşıyorduk.
Benden sana uzatılan ipler, boyumu aşıp beni boğuyordu.
Sana yemek yapmak için kazdığım toprakları yutuyordum, boğazımın düğümü eşliğinde.
Ne sen kaçabiliyordun,
Ne de ben yakalayabiliyordum.

İsmini sesleniyordum top atışlarımla.
Sanki ne kadar yükseğe atsam dileklerim kabul olacak gibiydi.
Adını sesleniyordum,
 Attığım topu yakalamanı istiyordum.
Ağzından adımı duymak, o anı seninle paylaşmak istiyordum.
Şimdi ise masum kalamadı hiçbir oyunum.

Küçükken anlattığın korku hikayeleri gerçekleşti..
Üstüste koyduğum kalp kırıklıklarımı,
attığın taşlarla yıkmayı öğrenerek büyüdüm ben.


Birçok insandan ziyade, kapısı olmayan bir evde büyüdüm ben. Arkamda saklanmış sırlar olmadı benim.


Paçamdan akan bir aşk...
Sanki senden gebe kalmış, aşkımı düşürüyorum.
Bir daha olacak mı bilmiyorum..

İçime gir istedim.
İçime, en derinime,
hücrelerime.
Hatta içini bırak içime,
Sonra çek bir nefes benden,
en afillisinden.

(iç/inin)




13 Eylül 2010 Pazartesi

Umut bazen;
bir uçağın kanadında,
bir otobüsün camında belirir
Ve bir büyü gibi gelir yerleşir içine...

Sen istemesen de....


Canım yakılmadıkça, kuyruğuma basılmadıkça asla kimseye bilerek zarar vermedim. Kin tutsamda bir şekilde hep karşımdaki kişinin gününü göreceği anı bekledim ve o an orada olmak için dua ettim. Canımın bilerek yakıldığını anladığımda ise kişilere sevdikleri ile zarar vermek istedim en çok. Ama başkalarını da buna alet etmeyi kendime yakıştıramayınca vazgeçerdim. İşin özü sonuçta hep canımın yanması pahasına can yaktım bazı bazı.

Hayatımda ilk kez canımın yandığını hissettiğim an, ortaokuldaydı. İlk kez birisi ile gırtlak gırtlağa kavga etmiştim, üstelik bu bir erkekti. Beğendiğim çocuk ise yüzümün sol tarafının kızarıklığına bakıp dalga geçmiş, hocanın önünde yerimden kalkıp, birde bunun suratına bir tane indirmiştim. Hocada bana kapıyı göstermişti tabiki. Çocuk ise tenefüste dahil peşimden koşmuş, bana ahkam kessede arkadaşlarına haklı olduğumu belirtmiş, ne kadar üzüldüğü suratından belli olsa da, affetmemiştim.

Gerçekten kötülük yapmak istediğimde ise 16 yaşımdaydım. Hoşlandığımı bildiği halde onunla çıkan çocukluk arkadaşımdan ayrılma anlarını ve aşk acısı çekerken ki halini sabırla bekleyip, o esnada o çocukla bende çıkmıştım. Bir dönem kızla küs kalmıştık hali ile. Ben istediğimi her iki şekilde de almıştım. Hem çocuktan, hemde çocukluk arkadaşımdan...

İlk kez birinin canını yakmak istediğimde ise; 25 yaşımdaydım. Eşimin beni aldattığı ve telefonda bana ağlayarak evli olduğunu bilmediğini söyleyen kız, 1 ay sonra eşime doğum günü mesajında pasta yerine kendini sunar hallerle bir msaj atınca nevrim dönmüştü. O ana dek hır gür çıkartmadan bu evliliği bitirmek isteyen ben, kusmuştum mide bulantıları ile. 

Kızın sadece ismini ve okuduğu okulla, bölümü biliyordum. İstediklerime ulaşmam 4 günümü aldı.Sonuç olarak elimde şu bilgiler vardı: adı soyadı / anne adı soyadı / meslekleri / adresleri / telefon numaraları... Elimdeki kağıda bakıp bakıp uzun uzun düşündüğümü anımsıyorum. Gerçekten bunu yapmayı isteyip istemediğimi...

Sonunda ise bu kirli işe elimi bulaştırmadım. Başkasının öfkesini kullandım. Telefon numarasının olduğu kağıdı, onun telefon açacağını bildiğim için ablama verdim. Ablam ulaşamamış, sonraki süreçte ise konuşan ise annem olmuş.

Evlerine aldıkları çocuğun, ismini, yaşını, medeni halini yanlış bildikleri insanın durumunu öğrenince; anında kıza telefon açıp tabiri caizse ağzına sıçmışlar. bir dönem okuldan alındığını ise eski eşim feryat figan ba"sen böyle bir şeyi sen nasıl yaparsın, bir kızın hayatını mahvettin" söylenince öğrendim. (kendi kızının hayatı pek önemli değildi sanırım o an onun için)

Benim hissettiğim ise ferahlıktı. Hak yerini bulmuştu. Kesinlikle vicdan azabı duymadım kız için. Eski eşim içinse, bir insanın canını en çok sevdikleri ile yaktım. Bu bana yetti.

Ha bunları neden anlattım hiç bilmiyorum. İlk kez yazıyorumda bu kadar ayrıntıyı... Sanırım geçirdiğimiz hafta sonu 3 yıldan sonra ilk kez bu kadar kahkahalı geçtiği için. Bezelyeyi gezdirdik babası ile. Ve bol gülümsemeli bir gündü. O adamın yanında böylesine gülebilmek ve 3 sene sonra ilk kez rahat olabilmek şaşırttı beni. Hiçbir şekilde barışma imkanını sunmayacak olsamda arkadaşça gülebilmek güzeldi.


  
Güne has haller...

 Umursamazlığımı hiç sevmiyorum.
Boşluk gibi değil hissettiklerim.
Sadece bir zamanlar çok sevdiğim insanlar, "düşünmeye bile değmez" geliyor gözüme şu sıralar.

Birkaç zamandır; can sıkkınlığı ile keşke biri olsa ve düşünsem dedim içimden.
Bu hallerimi hiç sevmiyorum.
Boşlukta değilim, düşmedim, ama içinde süzülür gibiyim.



8 Eylül 2010 Çarşamba

Kulağımı göğsüne yaslayabilirdim.
Orada uyanabilir, 
parmaklarımı tüylerinin arasında gezdirebilirdim.

Kulağımı dudaklarına yaslayabilirdim.
Orada dinlenebilir,
dinleyebilir,
Soluğunu beynimde hissedebilirdim...

Ben sevgilim, sen değildim.
Ben herşeye rağmen deneyenlerdendim.



7 Eylül 2010 Salı

Pardon beyefendi, biraz yeriniz kaldıysa vicdanınıza sığabilir miyim?





Yüzün...
Eskiden girdiğim bir sokak aralığı gibi...
Kayboluş zamanlarımın en güzel sığınılası yeri.

Yüzün...
Eski bir hatıra eşyası kıvamında.
Her gördüğümde hayatıma renk katıp, beni eskilere götürüyor.
Sana yaşlanıyorum mu ne?

Yüzün...
Yüzüme takındığım, en güzel hüzün...