30 Eylül 2010 Perşembe

Alttaki şiirin tamamını sana göndermişim geçmiş zamanlarda bir maille. Sense büyük ihtimalle okuyup silmişsindir, maillerini uzun süre tutmadığını biliyorum çünkü.. 

Dilerim birgün yine beni okur, yine bu şiiri okur, anımsarsın beni...

"sen ise
gençliğini, hep çocukluğunu düşürmüşsün

diyelim gece, diyelim alelacele yalnızsın
diyelim ki oturup beni düşünmüşsün
ağlamışsın gride biraz siyah, biraz beyaz arar gibi

yeşilde mavi yok oysa, sarı hiç yok!
beni düşünmüşsün saçlarını akordeonlarla tarar gibi

küçücük bir kız gibi
küçücük bir delikanlı gibi
küçük bir yaradaki büyük bir kabuk gibi
büyük bir yaradaki küçük bir kabuk gibi
kanar gibi, kanatır gibi, birlikte kanar gibi beni düşünmüşsün!

ecel olur gelirim sana artık adressiz bir zarf gibi
zarfı yalayıp kapatırken dudaklarımı kağıtla keser gibi
çünkü ben orda celladım, biraz katil
seri haldeyim sana, paralel haldeyim
bütün suçlar üstüme yıkıldı, hataların altında kaldım
hayatım hayatına düşüp patlamayan
hayali bir bomba gibi!"

* Küçük İskender



28 Eylül 2010 Salı


Ve belki de en çok bu yüzden sevdim seni.
Kendi ısımla yandığımda, beni üşüten yanlarınca...

...

Bu yazıyı taslaklarda unutmuşum, ne garip şimdi etiket kısmında bile sana dair bir şeylerin olması gereksiz geliyor gözüme.
Sanırım asıl mesele;
"İlk sıçrama yerini bildiğimiz topun, ikinci sıçramadaki yerini sezebilmektir."

* Robert Cohen

27 Eylül 2010 Pazartesi


Sen!
Bir gölge oyunundan farksızdın benim için.

Hayat senden daha dürüst davramıştı bana, 
Sağ gösterip sol vurmuyordu en azından.


Ah be adam!
Köle mi olmalıyım sana? Yoksa köleleştirmeli miyim seni?

Ellerin adam ellerin...
Bembeyaz tenimde esmerliğin...

Biliyor musun?
Yada boş ver 
En iyisi bilmemek değil midir zaten...

Keşke bilmeseydim bende,
Keşke konuşmasaydın sende.
Şimdi hiçbir şey yokmuş gibi davranmak ne garip!

26 Eylül 2010 Pazar


Sen bana ne mi yaptın?
İçinde senin olmadığına güvenip girdiğim tüm yollarda, bu labirentte insanın karşısına dikilen tuzaklar gibi
 her defasında karşımda bittin.
Senden kopmamam, sevgimle seni beslemeye devam etmem için hiç yakamı bırakmadın.

Şimdi durup ne dememi bekliyorsun bilmiyorum.
Bana her ihtiyacın oluğunda yanındaydım.
Her pişman oluşunda, tüm günah çıkarışlarında yanındaydım, arkandaydım.
Sen beni hep ardında bıraksanda...
Hiç vazgeçmedim seni sevmekten!

Ama sen tüm bunlara rağmen ne mi yaptın;
Yokluğunda her şeyi sineye çekip, varlığına minnet edeyim diye!
O anki ilgine şükran duyayım ve seni bu şekilde kabulleneyim diye,
Bir cehennemi sundun sen bana, ellerinle!

Belki de; "İşte bu yüzden şu an vazgeçiyorum senden" dediğimde, bir arkadaşım bana ne dedi biliyor musun? "bir cehennemi kabul edebilecekken sen, bundan eminken karşındaki adam; cenneti sunmak istemedi sana. Ve sen cehennemle yetinmeyi denedin. İşte bu yüzden."

Cenneti yaşatma imkanın varken ,sen beni bilerek bu cehennemde yaşattın,
Bilerek ve isteyerek!
Bununla beslendin çünkü.
Hep elinin altında kalayım istedin!
Doğru yanıtları farklı anlamlarla saptırıp, yanlış soruları sormama neden oldun!
Beni hep sorgulamalarla başbaşa bırakırken, hiçbir şey yokmuş, bu davranışların doğalmış gibi davrandın.
Ben seni sevgimle yüceltmeyi isterken, senin için öylesineymişim ifadesi taşıttın.
Bana vermediğin tüm sevgini başka kadınlarla harcadın.
Ah sevgili inan herşeyi kaldırabilirdim, aldatılmayı bile kabullenebilirdim.
Ama ben seni en başından beri dürüstlüğünle sevmişken, sen bana yalan söyledin.
Bu sefer kaldıramayacağım şeylerin altında ezdin!

Biliyor musun yine çok sevdiğim bir başka kadın, senin bu medcezirli davranışlarını anlayamadığımı anlatırken;
"Efsa sana ne yapıyor biliyor musun? Seni davranışlarıyla, sözleriyle, özeniyle yükseklere fırlatıyor.. Ama sonra tutmayı unutuyor".
İşte sen buydun 2 sene boyunca!
Beni kendinde hep "dün" bıraktın!

Açtığın yaralar kapandığı veya yerine koyacak başka insanlar bulduğum için,
Veya seni sevmekten yorulduğum için bitmedi bu sevgi...
Hem bana bir yalanını yakaladığım, hem de gözümde bir ilah gibi görünürken vazgeçilebilir olduğunu bana gösterdiğin için bitti bu sevgi!
Bitti.

Şimdi bir zamanlar nasıl seni sevdiğimi gururla ve hiçbir çekinceme duymadan söylediysem, bitişini de aynı gurur ve dik duruşla ilan ediyorum.

23 Eylül 2010 Perşembe


Ben sende hep, "dün" kaldım.

Belki de,
"işte bu yüzden"


Yüzümün sakini, yüzün olsun.

Ama lütfen sen benim için geç k/alınmış bir haber olma...!


Doğru yanıtları ezoterik ifadeler ile saptırıp, yanlış soruları sormama neden oldun!

Belki de,
"İşte bu yüzden"


Ve yaşam denilen şu olgu, seninle olduğum anlardaki kadar huzurlu olmadı.


Ah adam,
Nasıl anlatabilirim ki!
Senin o adam olmandan, öyle çok korkuyorum ki ben.

Kafamı gayri ihtiyari çevirdiğim ve elimi yüzüme yaklaştırdığım her an kokun yeniden burnuma doluyor..
Afallıyorum..
Etik olanla, sözlerin ve o anki hissettiklerim çarpışıyor sanki.

Sonra, gözyaşların düşüyor sanki yeniden saçlarıma..
Ve sonra, karşımda dikiliyor ya imkansızlığın.

Aramızdaki o görünmez perdeler sana dokunmamı engelliyor..
Üzgünüm!

Umuda açılan bir kapı olacakken, açamayacağım bir kapı olduğun için.
Bir toğrağa verim olabilecek suyken, damlayamayacağım için.

Yükselen değerler

Bitirilmiş bir gövdenin akşamüstü müziği!
yüzümü sokuyorum suya, bitkilere ve şevke
memnun oldum diye sesleniyor çürük bir mürdüm eriği!

Gücümle birleşiyoruz kaşlarımız alınmış:
gerçekleştirilmesi imkansız bir savaş taktiği
gibi duruyor sol elleri sol ellerimde!

şu ağaçta sallanan ölüyü görüyor musun diyor o anki körün biri

Küçük İskender

 

21 Eylül 2010 Salı


Avuçlarımda tutmak gibi kırgınlık ve kızgınlıklarımı,
Avcumun içine biraz su almam gibi...
Ne zaman yüzüne çarpmayı denesem, sen yerine yere dökülüyor!


O kadar çok yamalamıştık ki birbirimizi...
Artık tiftik atmaya başlamıştık ucumuzdan bucağımızdan.
Her seferinde birbirimize bağlanışlarımız azaldı.

Belki de;
"İşte bu yüzden"

Bilindikti gidişin, haberliydim.
Ama yine de;
Bumerang gibi her seferinde attıkça yeniden vurdu yüzüme acın.
Bağıramadıkça, yazdım.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Ne garip; bir zamanlar sevdiğimi kabullenemezken, şimdi unuttuğumu kabullenmek istemiyorum.
O kadar alıştım ki gelgitlerine...

Oysa bir kere bile ağlayamamıştım göğsünde...


Sen soyunuyorsun, sana özenle giydirdiğim kelimeleri.
Ben düşünüyorum.

Belki de;
"İşte bu yüzden"

Gelecek olana; yani sana...!

Birgün olmaz dediklerimi olduracak olmana inanmam, aptallık derecesinde bir iyimserlik mi dersin?


Yokluğunda her şeyi sineye çekip,
Varlığına minnet edeyim diye!

O anki ilgine şükran duyayım
ve seni bu şekilde kabulleneyim diye,

Bir cehennemi sundun sen bana,
ellerinle!

Belki de;

"İşte bu yüzden"



"Sana savaşı sorsam Shakespeare'den bahsedersin, değil mi?
Ama hiç savaş görmedin.
En yakın dostunun,kafası kucağında son nefesini verirken sana nasıl baktığını görmedin.

Sana aşkı sorsam sonelerden alıntı yapacaksın.
Ama bir kadının karşısında hiç tamamen savunmasız kalmadın.
Gerçek kayıp ne bilmiyorsun.
Çünkü hiçbir şeyi kendinden daha fazla sevmedin.
Birini bu kadar sevmeye bile cesaret edememişsindir." * Alıntı


 Bir kadının karşısında tamamen savunmasız kaldın mı? diye durup düşündüm de..
Hiç sanmıyorum. O kadar bencil ve o kadar zırhlısın ki, kendini tamamen bıakmak nedir bilmiyorsun bile.


18 Eylül 2010 Cumartesi


Seninle ilgili en çok istediğim neydi biliyor musun?
İstedim ki; oturuşundan belli olmasın gideceğin...!
Her seferinde bir acabamda saklı kaldın. 
İnanmaya hep hazırdım.
Şimdi köprünün altından çok sular akmış gibi..
Oysa seni düşünmek, seni sevmek bile ne güzeldi, ah sevgili...


17 Eylül 2010 Cuma

Söz söyleme sanatından çok, sözünün eri olma durumu kabul görsede; 
yaşamıma giren erkeklerin yarısında bu durumun yok olduğunu görüyorum,
kafamı çevirdiğim anda!



Bugün bir cümle okudum. "oturmuş dönüşünü izliyorum dünyanın" diye...
Bana göre ise; dünya oturtmuş, bana dönüşünü izlettiriyor gibi...


Önce kelimelerini duymaz olursun,
Sonra seslenişini...

Bazen acıyı bellemek gerekir zihninde,
Kazımak onları
 Her birini teker teker...




16 Eylül 2010 Perşembe


Ben çok şey istememiştim...
Kesinlikle çok değildi.
Hayatımda bir "ara" değil, "ana" olmasını istemiştim...

İnsanlar sonuçlarını hesaplamadan ileriye bir adım atmamalı değil mi!
Mesela telefon isteyecekse, o telefon numarasını silmemeli!
Yazmayacağım deyip yazmamalı.
İnsan bazen bir beklentisi olduğu için değil elbette, ama bazı şeylerin ucunu açık ve zamana karşı esnek bırakmalı.
Yoksa böyle kendince! bir kızgınlık uğruna dahi olsa yapmam dediklerini yapar halde buluverir kendisini.
Bunu okuyan ise ne düşünür söylemesem daha iyi.




Mektuplar / İletişim



Sevgilim,
Sana yazacağım tüm yazıların etiketine aşkı sakladım. Şu an hayatımda hiç ummayacağım bir biçimde aşkın her halini yaşıyorum ve bu aşkın doğru olduğunu hissediyorum. Her duygu zamanında ve özüne uygun hissediliyor gibi.

Sevgilim,
Biliyorum sevgiyi ifade edişlerimiz bazen birbirinden farklı olabiliyor. Ve ben her yeni günde seninle yeni bir şeyler öğreniyorum. Misal sevgiyi dile getirmekte bazen ne kadar yetersiz kaldığımı... Ama telefonun diğer ucunda söylediklerini bir sessiz direnişle ve kabullenmişlik edası ile dinlerken; inan içimden o anlarda çok farklı sesler yükseliyor. Ama bir türlü bulundukları yerden bir türlü çıkamıyorlar. Sese dönüşemeyen bir çok kelime biriktiriyorum beynimde...

Sevgilim,
Senelerce sevgiyi anlamada ve ifade etmede dokunmayı kullanmış bir insanım ben. Ve şimdi karşımızda teknolojinin bize sunduğu ve nimet mi, lanet mi olduğunu tam anlamadığım bir iletişim yöntemi ile birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz. Az önce içimden yükselen sesler farklı dedim ya! İşte bu sesler devreye girip "keşke" diyor, "görse şu an ki sözcüklerle ifade edilemeyen mimik ve hallerini." (Sana bakışlarımı gösterememek en büyük pişmanlığım oldu son zamanlarda.)

Aslında, seni uyurken izlemeyi çok özledim. Yanında huzurla durmayı, aynı masada bardağına çay koymayı, bana çatmanı, arabada giderken bir rüzgar esintisi ile kokunun burnuma dolmasını ve yüzümde gülücükler oluşturmasını öyle özledim ki...

Lütfen bize bu kadar yakışan bir şeyin hayatımızda hep var olmasını sağlayalım olur mu?


* Eskiden yazdığım bir mektuptu. Bundan 2-3 ay öncesine bile "eski" dedirten neydi bilmiyorum. Bildiğim tek şey, tüm iyi niyetli yaklaşımlara rağmen yine de içimde uyuyan bir öfkenin varlığı... İçimi kemirmiyor, beni düşüncelere boğmuyor, sadece katlanarak büyürken beni de farklı bir insana dönüştürmeye çalışıyor. Umursamaz, bencil, eksiksiz bir tabir kullanılacak ise "onlar gibi"! Hepsinin gözü aydın olsun diyebilecekken; bugün bir kez daha anladımki, iyi ki o ve onlar gibi değilim. 

Bunu böbürlenme veya kendimi onlardan üstün tutma gayreti ile söylemiyorum. Ama hayatıma aldığım insanlara hep dikkat etmeye çalıştım. Doğru, dürüst ve eksiksiz davranmaya da keza... İnsan arada yanlış yaptığını da kabullenmeli değil mi? İnsan her an başkalarının yaptıkları- yapamadıkları- yapmadıkları şeylere onlar ve kendi adına üzülmeyi bırakmalı. Varlıkları ile yoklukları arasında bir bağ kuramadığım, hepsinin de ortak yönleri olan zekalı insanlar ile çevrelediğim etrafımı temizleme zamanım gelmiş. 
Benim için bir çok anlam barındıran; özlediğim, seviştiğim, hayatımın merkezine oturtmaktan çekinmediğim, mutlu anlara tanıklık etmek için elimden geleni ardına koymadığım ve bunlar için asla pişmanlık duymadığım, ama ne hikmetse hep bir değer bilmez - alçakla davranışları ile karşılaştığım; ve benim için artık ne olduklarını bilemediğim bu insanları affetmesemde bir şekilde içimden azad edeli birkaç zaman geçmiş. 

Bugün yukarıdaki mektubu yazdığım kişi ile mesajlaştım. Sen imalı taşlamalar attın derken, o an içimden kendi yaptığı davranışları 'e be adam sende bunu bunu yapmadınmı' şeklinde saymak geldi. Ama sonradan yazılacak her kelimenin bile gereksiz olacağını düşündüm. Bunun 'senin ailen/benim ailem bunu dedi' den bir farkı olmayacak gibi geldi. Üste çıkmak, haklı olsam bile gereksiz bir laf dalaşına girmek istemedim. Birde onu ima eden bir feed girdiğim için, hoşnutsuzluğunu dile getiriş biçimi garip geldi. Artık nasıl gördü ise üzerine koskoca 2 gün ve bir sürü yazı girilmesine rağmen, yeni yazdığı tehdit kokan o mesajın yerine, bir geçmiş olsunu çok görebilecek seviyede olduğunu gösterdi. Allah herkesin karşısına iyi insanları çıkartsın inşallah. Hayırlısı...

Güzel bir Nazım Hikmet şiiri ile bitirelim bu geçmiş zamanın hikayesini. 

SEN
En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var :
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
en güzel günlerimin bu üç mel'un adamını
yer yer tırnaklarımla kazıdım
hatıralarımın camını
 
En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var :
Biri sensin
biri o,
biri ötekisi
Düşmanımdır ikisi
 
Sana gelince
Yazıyorsun
Okuyorum
Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa
insanın
bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum
Ne yazık!
Ne kadar
beraber geçmiş günlerimiz var;
senin
ve benim
en güzel günlerimiz
Kalbimin kanıyla götüreceğim
ebediyete
ben o günleri
 
Sana gelince, sen o günleri -
kendi oğluyla yatan,
kızlarının körpe etini satan
bir ana gibi satıyorsun!
Satıyorsun :
günde on kâat,
bir çift rugan pabuç,
sıcak bir döşek
ve üç yüz papellik rahat için
 
En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var :
Biri sensin,
biri o,
biri ötekisi
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi
Sana gelince
Ne ben Sezarım,
ne de sen Brütüssün
Ne ben sana kızarım
ne de zatın zahmet edip bana küssün
Artık seninle biz,
düşman bile değiliz

15 Eylül 2010 Çarşamba


Anne, babamın yatağı rahatlığındandın. 
Sırtımı sana yaslayıp, huzur bulmaya bayılırdım...
Saçlarımı hep uzattım.
Olmayan kanatlarımın olmayan tüyleri yerine...


14 Eylül 2010 Salı


"İnsan, iki yerde birden olabilir" demiştin bana. Yalanlarının kılıfını kendine saklamanı dilerdim oysa" diye yazmıştı çok sevdiğim bir kadın, sevdiği adama...

Ben ise çok sevdiğim bir adama şunları yazmıştım zamanında...

"Evet insan iki yerde birden olabilirdi.
Ve sen iki yerde idin.
Bir tanesi yalanlar söylenen taraftı.
Bir diğeri yalanlar bile söylenmeyen.

Oysa; sen kırmaktan korkup yalanlarını ona söylerken, gerçekleri duyacak tarafın ben olmamasını isterdim...
Düşünebiliyor musun, bir yalanı bile duymayı isteyecek kadar kopamadım ben senden...

Senin için; yalan söylenen taraf değil de, gerçekleri kaldırabilecek bir kadın olarak görünüyordum gözüne... Canımı nasıl yaktığını nasıl anlatabilirdim ki."









Okunası:
"“Kabullenme ve güvenme” üzerinde durmuşum (hep çıkıyordu bunlar, birer sorun olarak, ortaya, değil mi?) sana güvensizlik duymamın, sana güvenmememin, kendime güvensizliğimin sonucu olabileceğini de düşünmüşüm: İlişkimizin sağlamlığına tam (gene!…) inansaydım, sana da tam güvenirdim, ‘aldatılmak’ da aklımın ucundan geçmezdi; kendime de, senin ile olan ilişkim içinde, güvensizlik duymazdım. Ama, işte, senin ilişkimizi, bizi, tam olarak, olduğu gibi ve olması gerektiği gibi, kabullenmekte eksik kaldığın sonucuna vardığım durumlarda; o "kuşku kurdu" başuzatınca, bilgi eksikliğim, kıskançlık olup çıkıyordu.
İlişki, sallantılı hâle geliyordu."

Oruç Auroba


Ben kördüm sen de ebe...
Bizim hikayemiz gidemedi bundan ileriye...

Birbirimizle oynarken, yanlış zamanlarda saklanıyor, sanki paralel hayatlar yaşıyorduk.
Benden sana uzatılan ipler, boyumu aşıp beni boğuyordu.
Sana yemek yapmak için kazdığım toprakları yutuyordum, boğazımın düğümü eşliğinde.
Ne sen kaçabiliyordun,
Ne de ben yakalayabiliyordum.

İsmini sesleniyordum top atışlarımla.
Sanki ne kadar yükseğe atsam dileklerim kabul olacak gibiydi.
Adını sesleniyordum,
 Attığım topu yakalamanı istiyordum.
Ağzından adımı duymak, o anı seninle paylaşmak istiyordum.
Şimdi ise masum kalamadı hiçbir oyunum.

Küçükken anlattığın korku hikayeleri gerçekleşti..
Üstüste koyduğum kalp kırıklıklarımı,
attığın taşlarla yıkmayı öğrenerek büyüdüm ben.


Birçok insandan ziyade, kapısı olmayan bir evde büyüdüm ben. Arkamda saklanmış sırlar olmadı benim.


Paçamdan akan bir aşk...
Sanki senden gebe kalmış, aşkımı düşürüyorum.
Bir daha olacak mı bilmiyorum..

İçime gir istedim.
İçime, en derinime,
hücrelerime.
Hatta içini bırak içime,
Sonra çek bir nefes benden,
en afillisinden.

(iç/inin)




13 Eylül 2010 Pazartesi

Umut bazen;
bir uçağın kanadında,
bir otobüsün camında belirir
Ve bir büyü gibi gelir yerleşir içine...

Sen istemesen de....


Canım yakılmadıkça, kuyruğuma basılmadıkça asla kimseye bilerek zarar vermedim. Kin tutsamda bir şekilde hep karşımdaki kişinin gününü göreceği anı bekledim ve o an orada olmak için dua ettim. Canımın bilerek yakıldığını anladığımda ise kişilere sevdikleri ile zarar vermek istedim en çok. Ama başkalarını da buna alet etmeyi kendime yakıştıramayınca vazgeçerdim. İşin özü sonuçta hep canımın yanması pahasına can yaktım bazı bazı.

Hayatımda ilk kez canımın yandığını hissettiğim an, ortaokuldaydı. İlk kez birisi ile gırtlak gırtlağa kavga etmiştim, üstelik bu bir erkekti. Beğendiğim çocuk ise yüzümün sol tarafının kızarıklığına bakıp dalga geçmiş, hocanın önünde yerimden kalkıp, birde bunun suratına bir tane indirmiştim. Hocada bana kapıyı göstermişti tabiki. Çocuk ise tenefüste dahil peşimden koşmuş, bana ahkam kessede arkadaşlarına haklı olduğumu belirtmiş, ne kadar üzüldüğü suratından belli olsa da, affetmemiştim.

Gerçekten kötülük yapmak istediğimde ise 16 yaşımdaydım. Hoşlandığımı bildiği halde onunla çıkan çocukluk arkadaşımdan ayrılma anlarını ve aşk acısı çekerken ki halini sabırla bekleyip, o esnada o çocukla bende çıkmıştım. Bir dönem kızla küs kalmıştık hali ile. Ben istediğimi her iki şekilde de almıştım. Hem çocuktan, hemde çocukluk arkadaşımdan...

İlk kez birinin canını yakmak istediğimde ise; 25 yaşımdaydım. Eşimin beni aldattığı ve telefonda bana ağlayarak evli olduğunu bilmediğini söyleyen kız, 1 ay sonra eşime doğum günü mesajında pasta yerine kendini sunar hallerle bir msaj atınca nevrim dönmüştü. O ana dek hır gür çıkartmadan bu evliliği bitirmek isteyen ben, kusmuştum mide bulantıları ile. 

Kızın sadece ismini ve okuduğu okulla, bölümü biliyordum. İstediklerime ulaşmam 4 günümü aldı.Sonuç olarak elimde şu bilgiler vardı: adı soyadı / anne adı soyadı / meslekleri / adresleri / telefon numaraları... Elimdeki kağıda bakıp bakıp uzun uzun düşündüğümü anımsıyorum. Gerçekten bunu yapmayı isteyip istemediğimi...

Sonunda ise bu kirli işe elimi bulaştırmadım. Başkasının öfkesini kullandım. Telefon numarasının olduğu kağıdı, onun telefon açacağını bildiğim için ablama verdim. Ablam ulaşamamış, sonraki süreçte ise konuşan ise annem olmuş.

Evlerine aldıkları çocuğun, ismini, yaşını, medeni halini yanlış bildikleri insanın durumunu öğrenince; anında kıza telefon açıp tabiri caizse ağzına sıçmışlar. bir dönem okuldan alındığını ise eski eşim feryat figan ba"sen böyle bir şeyi sen nasıl yaparsın, bir kızın hayatını mahvettin" söylenince öğrendim. (kendi kızının hayatı pek önemli değildi sanırım o an onun için)

Benim hissettiğim ise ferahlıktı. Hak yerini bulmuştu. Kesinlikle vicdan azabı duymadım kız için. Eski eşim içinse, bir insanın canını en çok sevdikleri ile yaktım. Bu bana yetti.

Ha bunları neden anlattım hiç bilmiyorum. İlk kez yazıyorumda bu kadar ayrıntıyı... Sanırım geçirdiğimiz hafta sonu 3 yıldan sonra ilk kez bu kadar kahkahalı geçtiği için. Bezelyeyi gezdirdik babası ile. Ve bol gülümsemeli bir gündü. O adamın yanında böylesine gülebilmek ve 3 sene sonra ilk kez rahat olabilmek şaşırttı beni. Hiçbir şekilde barışma imkanını sunmayacak olsamda arkadaşça gülebilmek güzeldi.


  
Güne has haller...

 Umursamazlığımı hiç sevmiyorum.
Boşluk gibi değil hissettiklerim.
Sadece bir zamanlar çok sevdiğim insanlar, "düşünmeye bile değmez" geliyor gözüme şu sıralar.

Birkaç zamandır; can sıkkınlığı ile keşke biri olsa ve düşünsem dedim içimden.
Bu hallerimi hiç sevmiyorum.
Boşlukta değilim, düşmedim, ama içinde süzülür gibiyim.



8 Eylül 2010 Çarşamba

Kulağımı göğsüne yaslayabilirdim.
Orada uyanabilir, 
parmaklarımı tüylerinin arasında gezdirebilirdim.

Kulağımı dudaklarına yaslayabilirdim.
Orada dinlenebilir,
dinleyebilir,
Soluğunu beynimde hissedebilirdim...

Ben sevgilim, sen değildim.
Ben herşeye rağmen deneyenlerdendim.



7 Eylül 2010 Salı

Pardon beyefendi, biraz yeriniz kaldıysa vicdanınıza sığabilir miyim?





Yüzün...
Eskiden girdiğim bir sokak aralığı gibi...
Kayboluş zamanlarımın en güzel sığınılası yeri.

Yüzün...
Eski bir hatıra eşyası kıvamında.
Her gördüğümde hayatıma renk katıp, beni eskilere götürüyor.
Sana yaşlanıyorum mu ne?

Yüzün...
Yüzüme takındığım, en güzel hüzün...


Ne içimden geçtin, ne hayatımdan bu kadardı!

Şimdi zaman vücudumda bir akrebin hızı ile ilerliyor.
Ve sen;
Kalıtımsal bir hastalık gibisin bana.
Her seni içimden aldırdığımda, bir yerlerden fışkırıyorsun.
Ama biliyor musun, bu kez farklı.
Hani her defasında "yeter / yoruldum" dediklerimden çok çok farklı.

Kabullenmişliğin getirisinde, ilk kez bu kadar yoğun hissettiğim bir kızgınlık ve aşağılama duygusu.
Bahane buluşlarımın ardından, kendimle eşit derecede sana kızmalarım.

Önemli olan benim,
hani şu her seferinde sen mutlu olasın diye ertelediğim...
Geç bir farkediş değil bu. Aslında bir fark ediş bile değil.
Sadece zamanını beklediğim bir durumdu ve zamanı geldi.

Seni seviyorum ama bunu kendime yaşatamayacak  ve kimseye bunun için minnet etmeyecek kadar; kendimi seviyorum. Buda günün notu olsun...





Sadece sözleri günden güne değişen bir piyes bu yazdıklarım.
Her yeni gün ayrı kelimeler ile sahneye konuluyor.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Ne çok isterdim kendine ördüğün duvarların tuğladan olmasını.
Dokunduğumda yıkılmasını.

Oysa senin duvarların tahtadandı sevgili.
Esnek, kırılmaz, çatlamaz…

Depremlerimden sapasağlam çıkışına sinirleniyordum.

Hani demiştim ya kendimi suya benzetiyorum diye.
İşte!
 Benim sende çok fazla yaş tahtaya basışımın nedeni.
Ne üfleyince, ne dokununca, ne de bastırınca yıkıldın.
Bir tek ayağımı çektiğim an benden uzaklaştın.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Bugün diploma fotokopimi ararken 19 yaşımda iken yazdığım bir mektup buldum.03 Ekim tarihli... "Günümden, geleceğe not" demişim adına... O zamanlar neler yazıyordum uzunuzadıya anımsamıyorum. Ama etkilendiğim şeyler olmuş sanırım, diğer yazdıklarıma kıyasla.. Yazı biraz uzun ve fazla vaktim yok, o nedenle yazabildiğim kadarını ekleyeceğim buraya...

" Mayıs gelmek üzere...Zaman zaman bir esinti, sonbaharı anımsatıyor. Şöyle bir esip geçen hızlı yağmurlar yağıyor. Kitabımı alıp okuyorum, bazen denizi izliyorum. Denizin gün içinde değişen renkleri, uzaktan helen ara ara duyduğum bir müzik, bana geçmişimi hatırlatıyor. Geçmiş ara sıra ağır geliyor. Hatırladığım en sıradan şeyler bile içimde garip bir anlatılmaz burukluk yaratıyor. Aslında hepimizin bildiği günün birinde durup düşünmek zorunda kaldığımız türden şeyler işte... Elimde hikayelerle dolu bir kitap var. Tıpkı hayatım gibi. Bitirilemeyen öykülerle, geçişlerle, gizemlerle dolu. Şu an çok gencim, asıl hayatım bundan sonra başlayacak. Büyük bir hızla, büyük adımlarla yaşanan yıllar bana yalnızca büyük adımlarla yitirilen insanlar, yitirilen fırsatlar getirmiş. Kıyının bi ucundan koşarken geride kalanlara, yanımdan geçip giderken yüzüme çarpanlara şu anda acıyorum! 

İnsanlar hep birşeyler kaybediyor. Paralar, eşyalar, sevgiler, dostluklar... En son antikacıdan aldığım mektup açacağımı kaybettim bende... İnsanım...

Bazen bu dünyada sanki tek ben mutsuzmuşum gibi geliyor. Hayatlarımızda birkaç kitap gibi. Bazen üstüste konulup istifleniyoruz, bazen bir kitabı bitirdiğimizde yenisine başlıyoruz. Farklı yerler, farklı insanlar tanıyoruz. Onların elbiseleri, onların suretlerine bürünüyoruz. Galiba bizimde hayatlarımız birer kitaptan ibaret. Aradaki tek fark, hayatlarımızdaki insanları biz beliriyoruz. 

Sevdiğim insan uzaklarda... Onunla olmayı, ona sarılmayı istiyorum. Uzun zamandır kollarım boşluları sarıyor. Günler bir türlü geçmiyor. 7 aydır yüzünü görmedim. Bir asker kızı oluşuma mı sevineyim, yoksa bir asker yolu gözleyip lanet olasıca bir 18 ayın geçmek bilmemesine mi üzüleyim bilemiyorum... Herşey yavaşlıyor. Hiçbir şey bitmiyor. Geride kalan bütün o güzel anılarımız nasıl hızlı geçti ise, şimdi katlanılmaz anlar tam tersine yavaşlatılmış gibi geliyor.

devamını sonra yazarım artık... ders çalışmalıyım :(

3 Eylül 2010 Cuma


Bir şarkının en iyi bildiğim yeri gibisin.
Kelimeleri söylerken, kendimde seni tekrar ediyorum aslında...


"ben gece yarısıyım, sen sabahın ilk saatleri... 
ne zaman uzansam sana, hep kaybolurum. 
sen ise;
çoktan geçmişsin beni" 

Alıntı
Yazarını bilmiyorum.



Güneş değmiş yüzüne bakıp, çizgilerinde yeni bir hayata başlamaktı...
Seni sevmek!

2 Eylül 2010 Perşembe


Hep sana gebe kelimelerim.